Dünyada bir emsali daha bulunmayan bir kahramanlik ve ibret öyküsü: Çanakkale. İtilaf devletlerinin sayıca ve teknolojik bakımdan ezici üstünlüğüne rağmen kazanılmış bir destan.
3 Kasım 1915’te Deniz Harekatı’nın başlayıp 18 Mart 1915’e kadar tabyalarımızı ateşe tutan itilaf devletleri muazzam gemi ve mühimmatıyla önce boğazı geçip sonra İstanbul’a geçme planları yapıyorlardı. 18 Mart’ta bunu gerçekleştirmek için ellerinde 18 zırhlı, 30’un üzerinde kruvazör ve değişik tipteki muharebe gemileriyle yaklaşık 100 parçalık Ingiliz-Fransız birleşik filosu saldırıya geçti. Dardanos tabyasında 4.000 top mermisi, 25 Nisan Ertuğrul koyuna yapılan çıkarmada 4.600’ün üzerinde top mermisi atıldığı düşünüldüğünde itilaf devletlerinin askeri üstünlüğü anlaşılabilir. Gözlerini kazanma isteği o kadar bürümüştü ki akıllarinda ufacık bir kaybetme endişesi yoktu.
Savaş tüm çıplaklığıyla ve vahşetiyle ortadaydı. Nereye geldiklerini, kiminle savaştıklarını ve hangi amaca hizmet etmek için hiç tanımadıklan insanları öldürmeye gelmiş çeşit çeşit insan kaynıyordu her yer. İngiltere, Fransa, Irlanda, Hindistan, Senegal, Yeni Zelanda ve daha saymadığım birçok sömürge devletleri..
Bu kadar değişik renkte ve şekilde insanın buluştuğu bir tek ortak nokta vardı. “Ölmek ya da öldürmek“. Bir yanda kahraman Türk askerinin; “Siz hangi cüretle ve hakla topraklarımıza girersiniz?” düşüncesi, diğer yanda; “Biz kiminiye öldürüyoruz?” sorusuna sanki oyun oynamaya, spor yapmaya gelmiş gibi gülümseyerek cevap veren kum gibi binlerce insan..
İşte bizim medeni diye o zamanlarda toz kondurmadığımız, örnek aldığımız Avrupa tüm çirkin yüzüyle Mehmetçiğin karşısına geçip içindeki zifiri dökmüş, yürekleri dağlamıştı.
Savaş meydanı adeta bir mahşer yerini andırıyordu. Artık acı sözcüğü beyinlerden silinmiş, kahraman Türk askeri fizik ötesi birçok olayla bile imanının ne kadar kuvvetli olduğunu göstermiş, gün gelmiş siperlerde güldüğü, ağladığı, hasret çektiği de olmuştur. Ölüme gözü kapalı hiçbir titreme örneği bile göstermeden giderken, aslında birazdan aynı konumda kardeşinin de olacağı düşüncesi de içini yemiş bitirmiştir. Öyle ki, ölüleri toplamak ve gömmek için savaşa ara verildiğinde askerleri tek parça halinde yerden kaldırmak bile imkansızdır.
Fakat tüm bu olumsuz koşullara rağmen Türk askeri hem kendine olan inana hem Allah’a olan inancının verdiği azimle çıkmıştı bir kere bu yola. Güçlü silahlara sahip olmanın savaşı kazanmak için yeterli olmadığını gösterecekti. Sıradan bir ölüm kalım savaşı olmamasının yanı sıra, içindeki insan sevgisini de her koşulda göstermiş bir ecdattan bahsediyorum. Namusu çiğnenirse, bayrağı göklerde dalgalanmaktan alıkonulursa, nasıl bakardı aynada kendi yüzüne? Mehmet Akif’in de dediği gibi bir hilal uğruna binlerce güneş batıyordu, baharının ortasında yok oluyordu. Geriye ise birkaç eşya ya da yazılmış bir iki satır mektup kalıyordu:
Ölmek için o kadar nedeni vardı ki… Belki bir daha göremeyecekti sevdiğini ve öpemeyecekti anasının elini… Bayramlar hiç gelmeyecekti, baharlar hiç gelmeyecekti… Ama başkalarının baharı için onları kış gerekti. Ezanların susmamısı için yüreğinin sesi susmalıydı.
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.