Bu çalışma, Suriye, Filistin ve Lübnan’dan seçilerek Çanakkale Cephesi’ne gönderilen ve Araplardan oluşan ilmi bir heyete bu seyahat sırasında eşlik eden Üryanizade Ali Vahid Efendi’ye ait anıları konu almaktadır.
Arap İlmi Heyeti’nin Çanakkale seyahati, İngilizlerin Suriye, Filistin, Lübnan gibi Arapça konuşulan Osmanlı topraklarında Türk ordusunun Çanakkale’deki başarısını gölgeleyen olumsuz propagandaların asılsızlığın göstermek ve Çanakkale gerçeğini bölge halkına duyurmak amacıyla Suriye’de bulunan 4. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın isteği üzerine gerçekleşmiştir.
Heyet önce İstanbul’da ağırlanmış daha sonra Çanakkale Cephesi’ni ziyaret etmiştir. Üryanizade Ali Vahid Efendi de hem İstanbul’da hem Çanakkale’de heyete mihmandarlık yapmış bir isimdir.
18-23 Ekim 1915 tarihleri arasında Arap İlmi Heyeti’nin ve bu heyette mihmandar olarak yer alan Uryanizade Ali Vahid Efendi’nin Çanakkale Seyahati ve cephe hatlarına yaptıkları ziyaretleri kapsayan bu anılar, Çanakkale’ye dair gerçekleri, izlenimleri ve duyguları tüm açıklık ve samimiyetle ortaya koymaktadır. Bize düşen görev ise burada, ecdadın doğru ve gerçek tarihini aynı anlayışla izleyenlere hürmeten, hizmet vesilesi sayarak sunmak olmuştur.
Nice önemli olayın olduğu bu yerlerin hepsini birden böyle çevreyi sarmış görmek, insanı adeta dehşete düşüyor, pek başka düşündürüyor. O sırada bir düşman tayyaresinin pek yüksekten üzerimizde dolaşmakta olduğu görülürdü. Hava gayet durgun ve saf olduğundan tayyare pek güzel seçiliyordu. Birdenbire tayyarenin ta yanı başında iki tane beyaz bir şey belirdi. Ben önce bunları da birer tayyare zannettim. Meğer bunlar bizim taraftan atılan mermilerin patlamasıymış. Bunun üzerine tayyare uzaklaşarak gözden kayboldu. Grup karargahına döndüğümüzde bir takım Halepli asker, kılıç kalkan oynuyordu. Oyunun sonunda bunlardan biri ilim heyetine hitaben:
“Ey efendiler! Buradan döndüğünüzde çoluk çocuğumuza söyleyin ki biz düşmanın vücudunu şu mübarek topraktan kaldıramayınca dönmeyeceğiz. Bunu böylece onlara bildirmenizi bütün silah arkadaşlarım adına sizden rica ederim” dedi.
Gayet mükemmel bir öğle yemeğinden sonra heyet altıya bölüştürülerek her kesim görülmeye değer bir yere yönelerek hareket etti. Bizim hissemize İsmail Oğlu Tepesi düşmüştü. Başlangıçta güzel güzel gidiyorduk. Havanın hoşluğu, ortalığın sükuneti harp sahasında bulunduğunu insana unutturuyordu. Anafarta’yı solda bırakıp Azmak deresine karşı inmeye başladık.
Karşımızda düşman gemileri birbirini çiğneyecek gibi karmakarışık dolaşıp duruyordu. İniş bitmek üzere iken sahilden bir top gürlemesini takip ettiği sırada sağ tarafımızda bir gülle patlayarak düştüğü yeri alt üst etti. Ona demeye kalmadı, bir tane de solda patladı. Ben sevinmeye başladım. Çünkü bunun bu kadarını da görmeden döneceğime içerliyordum. Bir, bir daha bir daha… Artık gülleler dehşetli vıjırtılarla havayı yararak üzerimizden geçiyor, biraz evvel bulunduğumuz yerlerde patlayıp duruyordu. Belki bir iki saniye sonra burada da patlayabilirdi. Yerlerde yatan gülle parçalarına bakacak olursak bu olmayacak bir şey de değildi. Biz seyreldik, hizalandık. Ama korku denilen şu hatırımıza bile gelmiyordu. Hep bir şeyler görmek, hep boş dönmemek istiyorduk. İsmailoğlu Tepesi’ne yakın bir yerde de hayvanları bırakıp gizli yollara daldık. Yine emekler, gayretler kendini göstermeye başladı. Doğrusu bunlar görülmedikçe inanılacak şeyler değildir. Bu hususta ne kadar söylense azdır. Burada da pek muhterem yüzler tarafından hoş kabul karşılandık. Çaylar içildi, emanetler birbirine verildi. Gözetleme yerine gittiğimiz vakit, ela gözlü bir yağmur altında şiddetli toplar karşılıklı atılıyordu. Bu sahne sabahki gibi öyle tenha bir mahşer değil, adeta kızılca kıyametten nişan veriyordu. Toplar patladığı vakit ortalık sarsılıyor, yağmurun yoğunluğundan gürültüler pek yakından geri dönüyor.
Muhterem bir zabit lütfetti bana:
-Gel şuradan etrafı güzelce seyret! Bu fırsat her vakit ele geçmez, dedi.
Ben de bu teklifi cana minnet bilerek hemen yürüdüm. Bir iki yere girip çıktık. Baktım kendimi boş bir siper içinde, hem de siperin kademesi üzerinde buldum. Kum torbaları, her şey mükemmel. O kişi başladı etrafı göstermeye… İşte Azmak… İşte Kocaçimen dağı.
Ben dedim:
-Beyefendi! Çok güzel ama pek açıkta dediğimiz, bir tehlike yok mudur? Güldü, “hayır” dedi. Ben de bu hatıra hiç inanmadığım halde yalnız yiğitliğe toz kondurmamak için:
– Pekala diyerek bana gösterilen yerleri inceler gibi görünmeye başladım. Ama acaba etraf kimin gözüne görünüyordu? Ben “ ha şimdi gelecek” diye etraftan kurşun bekliyordum. Bütün vücudumun damarları çekiliyordu. Çünkü siperden dışarı baş çıkarılamayacağına iman etmiştim, meğer orası bir ihtiyat siperiymiş.
Artık akşam olmaya başlamıştı. Hareket arzusunda bulunduksa da şimdi yollar kapandı. Baksanıza kıyamet kopuyor. Böyle iken nasıl gidebilirsiniz?, diyerek bizi salmadılar. Biraz sonra “birdenbire” ateş kesildi, top fırtınası durdu. Biz de veda ederek oradan ayrıldık. Hayvanları bıraktığımız yere giderken yerde bir gülle parçası gördüm. Elime alıp bakarken, orada bulunan bir zabit dedi:
– O hain parça bir askerin şehadetine sebep olmuştur. Ben hüzünlenerek, vurulmuşa döndüm. O kör ve bir haber gaddarı hemen fırlatıp attım.
İnce ince yağmur yağıyor, ortalık da gittikçe kararıyordu. Hayvanlara binerek süratle yol almaya başladık. Büyük Anafarta hizasına geldiğimiz esnada yaklaşık iki buçuk metre ve genişliğinde derince bir sel yarması içinden giderken hayvan bir şeyden ürkerek birdenbire durdu. Geri geri çekilmeye başladı.
Sağ tarafta yerden bir metre yükseklikte beyaz bir kağıt sallanıyor, sanki birisi el sallıyordu. Dikkat edince anladım. Hayvan ürkmemiş, irkilmemiş; sanki orada gördüğü bir şeye saygısından geri geri çekilmiş…
Hayvanı bu şekilde durmaya mecbur eden, bir şehit kabriydi. Anlaşılan o mübarek kişi, yerlerde çok görülen gülle parçalarından biriyle o yarma içinde şehit düşmüş, hemen orada defnedilmişti. Yarmanın toprak duvarı biraz yontulup oyulduktan sonra oracıkta bir yer oluşturulmuş, başı ucuna dikilen bir değneğe de merhumun künyesini havi bir kağıt geçirilmişti. Yağmur yağar, rüzgar da akşam karanlığı içinde o kağıdı sallar dururdu.
Kendi kendime dedim:
-Ah şairler, ressamlar Neredesiniz? Kaleminizi, fırçanızı alıp geliniz! Size büyük bir vazife çıktı. Şu mübarek şehidin gömülü olduğu yeri görün! Bütün dünyaya da gösterin. Bu sizin boynunuzun borcudur.
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.