Davet Tiyatrolar

Davet- 2010

Kar yağıyor, işte alnıma düşen bir kar tanesi. Biri elimde, biri göğsümde, dudağımda, ayağımda her yerdeler. Gözlerimi açıyorum, karı pencereden izlemiyormuşum meğer. Kar hâlâ yağıyor. Tek tek düşüyor kar taneleri. Rüzgârı hissediyorum. Esiyor, acımıyor. Ürperiyorum. Asker ayaklarını görüyorum. Botlu ayaklar, çarıklı ayaklar, yaralı, donmuş ayaklar. Yürüyorlar, binlercesi zorlu da olsa yürüyorlar.

Çanakkale Savaşları Araştırma ve Tanıtma Topluluğu olarak, ölümün en beyazına teslim olmuş binlerce Sarıkamış şehidini yâd etmek için “Davet” isimli tiyatromuzu hazırladık.

Kar güzeldir, sıcacık evinizde oturuyorken. Kar çok güzeldir, bir çocuk kartopu oynarken. Kar zalimdir, acımasızdır, -30 derecede yazlık kıyafetlerle yürürken. Bu hikâye karın güzel olduğu zamanlarda başlar. İki çocuk sahnede kartopu oynarken, küçük biz kız onları izler. İsmi Ayşe’dir. Mehmet Ayşe’ye takılmadan edemez ve başından yazmasını sıyırıp kaçar. Ayşe de ağlayarak uzaklaşır.

İkinci sahne Naciye Sultan’ın eşi Enver Paşa’ya yazdığı mektupla başlar. Enver Paşa derin düşünceler içindedir. Kendisi ve diğer paşalar Osmanlıyı içinde bulundukları durumdan kurtarma planları yaparlar. Bu plan sonucu tarihin bütün hüzünlü hikâyelerine meydan okuyan bir vaka gerçekleşir: “Sarıkamış faciası”

Enver Paşa ve komutanların kararından sonra köylerde askerlik hazırlıkları yapılır. Vuslatın belirsiz olduğu bir ayrılığa hazırlıktır bu. Gözyaşların Allahuekber Dağları’na karışacağı bir veda sahnesi canlanır. Veda edenler umutlu.

“Kendini kandırmak bu olsa gerek.  -30 dereceye evladını gönderip döneceğini umut etmek. Kendini kandırmak bu olsa gerek.”

Bazı vedalar sözsüz yapılır. Ayşe ile Mehmet’inki gibi. Sessizce gidilir; sevdasını al yazmaya saklayarak. Ayşe o son bakışa yenilir, dizlerinin üzerine çöker. Hıçkırıklarına tiyatro salonundan yükselen “Hasretinle yandı gönlüm” eşlik eder.

Sarıkamış’a giden yol… O yolda binlerce asker… Attıkları her adımda ağırlaşan ellerindeki mermiler, şiddetini arttıran rüzgâr, tipiye dönen kar… “Az kaldı, dayanın!” deseler de önlerinde uçsuz bucaksız beyazlık var.

Karlara bata çıka gittiler. İliklerine kadar titreten tipinin karşısında, üzerlerindeki soğuk yüzü görmemiş yazlık kıyafetleriyle yürüdüler. Geride kalmaya başladılar, düştüler. Bir insan nasıl donar, hiç hayal ettiniz mi? Hayır mı? Öyleyse sahnedeki o askere iyi bakın ve anlatıcının sesine kulak verin:

“Çarığının içinde parmaklarını oynatmaya çalıştı. Hissetmedi ayak parmaklarını. Ayaklarında karıncalanma ve sinirlerinde uyuşma vardı. Birliğin epeyce gerisinde kalmıştı. Direnmeli ve hızlanmalıydı. Yine uğuldadı rüzgâr, acı bir anne feryadı gibi. Zira rüzgârın her uğuldayışında bir ana kuzusu dizlerine çöküp, kar ortasında işaret taşı gibi öylece kalıveriyordu. Rüzgârın uğuldayışını duymaya çalıştı. Çünkü o uğuldayışta hayatın sesi vardı. Uyandırmalıydı kendini. Yarı açık bilinci böyle diyordu. Kar körlüğü denen göz donmasına tutulmaktan korkuyordu. Önce gözleri sonra kendisi donacak olan arkadaşının serzenişi gözünün önünden hiç gitmiyordu. Kar yağıyordu, yok savruluyordu aslında kar veya binlerce beyaz akbaba dönüyordu başında. Kirpiklerinin buza tutmuş bakışlarını kaputunun karanlığından kaldırdı. Rüzgârın uğuldayıp uğuldamadığını duymadı bu kez.”

Sarıkamış’ta rüzgârın ölüme davet eden sesinden başka bir şey duyulmazken, köylerde tam tersi kıyamet kopuyordu. Çeteler, köylere baskın düzenler. Genç, yaşlı, çocuk demeden cana kastederler. Sahneye giren Hatice Gelin, yanmış yıkılmış duvarlar arasında ilerler. Bütün evlerin yangınları içindedir sanki. Gözleri annesini arar, bulduğunda ise içinden acı bir çığlık havalanır: “Anaaa!”

Sahnede donmuş askerler… İçeriye Ayşe girer, ışık onun üzerindedir. Yerde donmuş bir şekilde yatan Mehmet’inin yanına gider ve tüm Ayşelerin sesi olur, seslenir sevdiğine: “Kalk ve yine yıllar önce alıp kaçırdığın gibi, sıyır vermem dediğim o yazmayı başımdan. Söz verdim çünkü bu kez giden yazmam için gözlerimden yaşlarımı akıtmam. Çünkü bilirim ki bir Mehmet’im var. Yıllar önce aldığı al yazmamı “yârim” diye koynuna dolayan. Kalk hadi.”

Mehmet kalkmadı o topraktan. Rus kurmay başkanına gelen not her şeyi açıklar durumdadır: “Allahuekber Dağları’nda Türk müfrezesini teslim alamadık. Bizden çok önce Allah’larına teslim olmuşlardır.”

Ve son sahne… Bütün askerler donmuştur. Işık hepsinin üzerinde dolaşır, bir askerde kalır. O asker yavaşça ayağa kalkar ve tüm salona ayağa kalkması için seslenir. Tiyatro salonundaki izleyenler bundan sonrasına ayakta devam eder. Askerin son sözü yine Sarıkamış olur, yine bayrak olur: “Şunu bilin ki hâlâ Sarıkamış’ta nöbettedir kar altında yatan Mehmetler. Kardeş olun ki kırılsın bu al bayrağa uzanan namert eller!” dediğinde sahnede büyük bir Türk bayrağı açılır.

Şimdi bu yazıyı okuyup, tiyatroyu izleyen sizlere, Sarıkamış’ın en soğuğundan bir “davet” var. Camınıza bir kar tanesi düştüğünde Sarıkamış şehitlerini hatırlamanız dileğiyle…

Zamanınızdan fedakârlık edip bu tiyatronun ortaya çıkmasında emeği geçen ÇSATT’ın değerli üyeleri, bu teşekkür size:

İyi seyirler…

About the author

Tuğba GÜMÜŞKAYA

Leave a Comment