Dudaklardan dökülen son söz olur Sarıkamış.
Ölüme giden Mehmet’imden, gözlerini kaparken.
Geceler ıssız, dağlar zindan olur; geçit vermez düşmana koşarken.
Ah o soğuk, kurşun olur, zalim olur.
Alınan her nefeste gencecik bedenlere saplanırken.
“Donmuş bir vedanın son kahramanlarıydı onlar ve bu siyah perde de sonsuzluğa açılıyor bu gece.” diye başladı Davet.
Karanlık sahne perdenin açılmasıyla aydınlanırken anlatıcı, sahneyi kelimelerle resmetmeye devam eder: “İşte şimdi hemen önümüzde bir hikâye duruyor. Bu hikâye kalemle yazılmamıştır. Tüfekle, süngüyle, yazmayla, mektupla ya da kaçamak bir bakışla… Mürekkebi ise cephede kan olmuştur, gerideyse gözyaşı… Bu hikâye Sarıkamış’ta karlar üzerine kanla yazılmıştır.”
Annesinin omzunda teselli bulan bir kız, babasının dizine sarılmış küçük bir çocuk, sevdiğine son kez bakan bir genç, oğluna dualarıyla veda eden bir anne, yaşlı bir dede… Onlar bu hikâyenin geride kalanları. Uğurladıkları ise dönüşü olmayan bir yolun yolcuları…
Karanlık sahne bu kez bir masa için aydınlanır. Masada Cemal, Talat ve Enver Paşalar… Osmanlıyı içinde bulundukları durumdan kurtarma planları yaparlar. Bu plan sonucu tarihin bütün hüzünlü hikâyelerine meydan okuyan bir vaka gerçekleşir: Sarıkamış faciası.
Enver Paşa ve komutanların kararından sonra köylerde askerlik hazırlıkları yapılır. Vuslatın belirsiz olduğu bir ayrılığa hazırlıktır bu. Gözyaşların Allahuekber Dağları’na karışacağı bir veda sahnesi daha canlanır. Veda edenler umutlu.
“Kendini kandırmak bu olsa gerek. -30 dereceye evladını gönderip döneceğini umut etmek. Kendini kandırmak bu olsa gerek.”
Bazı vedalar sözsüz yapılır. Ayşe ile Mehmet’inki gibi. Sessizce gidilir; sevdasını al yazmaya saklayarak. Ayşe o son bakışa yenilir, dizlerinin üzerine çöker. Hıçkırıklarına tiyatro salonundan yükselen “Hasretinle yandı gönlüm” eşlik eder.
Sarıkamış’a giden yol… O yolda binlerce asker… Attıkları her adımda ağırlaşan ellerindeki mermiler, şiddetini arttıran rüzgâr, tipiye dönen kar… “Az kaldı, dayanın!” deseler de önlerinde uçsuz bucaksız beyazlık var.
Yürüyor, konuşmuyor; düşünüyor, geri dönmüyor. Aklından ne geçiyor?
“Kar, soğuk, tipi, rüzgâr, Sarıkamış, ölüm, vatan, bayrak, namus, Sarıkamış, sıcak, soğuk, soğuk olan Sarıkamış’a yürümek, sıcak olan uykuya, ölüme yürümek. Ölümün en kolayı, en tatlısı, en acısızı uyuyarak ölmek. Korku, cesaret, yılgınlık, hazin, Sarıkamış, kardeşlik, düşman. Düşman ne Ermeni ne Rus ne de diğerleri. En büyük düşman fanilamın içindeki bit, gözlerimi kamaştıran kar, parmaklarımı donduran ayaz ve ben. Ben, bir kırık umudun dalından tutmuş imkânsızlığın diz boyu olduğu soğuk bir geleceğe, çok soğuk bir geleceğe ağır ağır gidiyorum. Gidiyorum.”
Karlara bata çıka gittiler. İliklerine kadar titreten tipinin karşısında, üzerlerindeki soğuk yüzü görmemiş yazlık kıyafetleriyle yürüdüler. Geride kalmaya başladılar, düştüler. Bir insan nasıl donar, hiç hayal ettiniz mi? Hayır mı? Öyleyse sahnedeki o askere iyi bakın ve anlatıcının sesine kulak verin:
“Çarığının içinde parmaklarını oynatmaya çalıştı. Hissetmedi ayak parmaklarını. Ayaklarında karıncalanma ve sinirlerinde uyuşma vardı. Birliğin epeyce gerisinde kalmıştı. Direnmeli ve hızlanmalıydı. Yine uğuldadı rüzgâr, acı bir anne feryadı gibi. Zira rüzgârın her uğuldayışında bir ana kuzusu dizlerine çöküp, kar ortasında işaret taşı gibi öylece kalıveriyordu. Rüzgârın uğuldayışını duymaya çalıştı. Çünkü o uğuldayışta hayatın sesi vardı. Uyandırmalıydı kendini. Yarı açık bilinci böyle diyordu. Kar körlüğü denen göz donmasına tutulmaktan korkuyordu. Önce gözleri sonra kendisi donacak olan arkadaşının serzenişi gözünün önünden hiç gitmiyordu. Kar yağıyordu, yok savruluyordu aslında kar veya binlerce beyaz akbaba dönüyordu başında. Kirpiklerinin buza tutmuş bakışlarını kaputunun karanlığından kaldırdı. Rüzgârın uğuldayıp uğuldamadığını duymadı bu kez.”
Sarıkamış’ta rüzgârın ölüme davet eden sesinden başka bir şey duyulmazken, köylerde tam tersi kıyamet kopuyordu. Çeteler, köylere baskın düzenler. Genç, yaşlı, çocuk demeden cana kastederler. Sahneye giren Hatice Gelin, yanmış yıkılmış duvarlar arasında ilerler. Bütün evlerin yangınları içindedir sanki. Gözleri annesini arar, bulduğunda ise içinden acı bir çığlık havalanır: “Anaaa!”
Sahnede donmuş askerler… İçeriye Ayşe girer, ışık onun üzerindedir. Yerde donmuş bir şekilde yatan Mehmet’inin yanına gider ve tüm Ayşelerin sesi olur, seslenir sevdiğine: “Bir kez daha o Mehmet gibi bak, çocukluğumdaki gibi. Çocukken baktığın gibi. Hadi ne olur, kaldır başını yârim diye bedenini sardığın o kardan.”
Mehmet kalkmadı o topraktan. Rus kurmay başkanına gelen not her şeyi açıklar durumdadır: “Allahuekber Dağları’nda Türk müfrezesini teslim alamadık. Bizden çok önce Allah’larına teslim olmuşlardır.”
Ve son sahne… Bütün askerler donmuştur. Işık hepsinin üzerinde dolaşır, bir askerde kalır. O asker yavaşça ayağa kalkar ve tüm salona ayağa kalkması için seslenir. Tiyatro salonundaki izleyenler bundan sonrasına ayakta devam eder. Askerin son sözü yine Sarıkamış olur, yine bayrak olur: “Şunu bilin ki hâlâ Sarıkamış’ta nöbettedir kar altında yatan Mehmetler. Kardeş olun ki kırılsın bu al bayrağa uzanan namert eller!” dediğinde sahnede büyük bir Türk bayrağı açılır.
Şimdi bu yazıyı okuyup, tiyatroyu izleyen sizlere, Sarıkamış’ın en soğuğundan bir “davet” var. Camınıza bir kar tanesi düştüğünde Sarıkamış şehitlerini hatırlamanız dileğiyle…
Zamanınızdan fedakârlık edip bu tiyatronun ortaya çıkmasında emeği geçen ÇSATT’ın değerli üyeleri, bu teşekkür size:
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.