“Gecenin karanlığında sık sık etrafa yayılan parıltılar, ortalığı aydınlatıyor ve bu aralıklı aydınlıklar içinde toprağa vücutlarını yapıştırmış insan gölgeleri seçiliyordu. Bu insanlar, Vatan müdafaasında olan bir avuç Mehmetçikti. Düşman Mayıs ayının bidayetinden beri aralıksız olarak hücumuna devam ediyor ve toprağını koruma durumunda olan insanlara ateş yağdırıyordu. Tepelerin üzerindeki el kazması siperler içerisinde kümelenenler bu aralıklı aydınlıktan faydalanıp başlarını öne doğru uzatıyor ve önlerindeki yamaçların diplerinde kendine güvenen insanların aldanışı içinde yürüyen düşman askerlerini gözlüyorlardı. Bu sırada yarı ıslak karışık acayip bir sesle sağdan soldan kurşunlar geçince bu insanlar toprağın içinde büzülüyorlardı.
Çanakkale savaşlarına katılmış gazilerimizden Mustafa Çoruh 80 in üzerindeki yaşın insan vücuduna verdiği ağrılar içinde kıvranarak gerindikten sonra Amerikan bezinden yapılma mincik düğmeli göleğini çözdü ve konuşmasına şöyle devam etti:
-Görüyor musun bunları evlat!..
Göğsünde ortası delik etrafları dikilmiş bez gibi bükülmüş yer yer kurşun yaraları vardır. Kurşunların yerlerine ellerimizle dokunduk. Adam kıpırdamadı bile. Nasırlaşmıştı. Bazısı içinde kalmış kurşunların, bazısını da çakısının ucu ile almış arkadaşları.
-Bunlar, dedi Mustafa Çoruh o senelerin acı hatıraları.. Bize kalan şey bunlar birde şu cennet vatan.
-Sırtımızı birbirimize dayarda elimize ne geçerse fırlatıverirdik düşmana evlat, diye devam etti.
-Ama ne geçerse elimize, taş, toprak demir, aklınıza ne gelirse. Onlar bize kurşun atarlardı biz onlara toprak. Gene de öldürürdük onları. Yukarıda anlattığım gecenin yarısına yaklaşmamıştı vakit.. Düşman üzerinde bulunduğumuz tepenin diplerinden usul usul bize doğru ilerliyordu. 60 kişi idik. Tığ gibi 60 delikanlı. Başımızda mektepten yeni çıkmış bir teğmen vardı. Bıyıkları yeni terleyen. Yanakları buğday renkli, gözleri henüz anne sevgisi ile parıl parıl parlayan. Elimizde silah yoktu. Sağımız ve solumuzda bizim askerlerden bir kaç kişilik guruplar halinde kuvvetler vardı ama bunlarla temas etmek için yerinden kımıldayan cehennemi ateş altında kaskatı kesilir kalırdı. Hâlbuki bize silahtan daha çok insan, canlı insan lazımdı. Ölmeyi korkudan değil vatana lazım olduğumuzdan istemiyorduk. Bir ara düşmanın ne kadar yaklaştığını anlamak için doğruldum. Mermiler vızır vızır geçiyordu. Hemen yattığım yere saklandım. Kan sıcaktır. Yara sıcakken acımaz. Onun için hiç bir şey hissetmedim. Fakat göğsümden göbeğime doğru akan ılık, ter gibi bir şey beni gıdıkladı ve kalbimin biraz üzerinde hafif sancı hissettim. Elimi göğsüme sokup geri çekince mesele anlaşıldı. Yaralanmıştım. Arkadaşlarım beni yatırdılar. Göğsümü açıp baktılar. 4 yerden kurşun girmişti vücuduma. Oluk gibi kan akıyordu. Sonrasını iyice hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde siperin içindekiler tamamı ile sessizdi. Uyumuşlar diye düşündüm. Meğer hepsi ölmüşler. Sadece Elazığlı Hasan Onbaşı başını topraklara dayamış gözleri açık ileri bakıyordu. Benim inlediğimi görünce başını çevirip baktı. Mustafa dedi, merak etme. Bütün arkadaşlar öldü ama ben yaşıyorum. Sana kimse dokunamaz ben yaşarken, dudaklarımı bile kımıldatamadım. Gece iyice bastırmıştı. Düşman çok yakınlarımızda olmalı idi. Bir ara iri kolların beni kucakladığını hissettim. Hasan onbaşı beni sırtına alıyordu. Çuval gibi yükledi beni. Kollarımdaki kuvvetin bütünü ile O’na sarıldım. Karanlıklara daldık. Kaçıyorduk. Bana öyle acı geldi ki bu kaçış anlatamam. Ama ne yapabilirdik ki?
Epeyi yürüdükten sonra bizimkilerden bir grubun arasına karıştık. Benim tedavimi yaptılar. Kurşunları çakı ile çıkardılar. Hastaneye kaldırıldım. Sonra öğrendim ki Elazığlı Hasan Onbaşı ertesi akşam beni taşıdığı sipere tek başına geri dönmüş ve oradan bir daha geri gelmemiş. Gün ışığında o sipere gidenler 24 düşman askeri ile Hasan Onbaşı’nın ölüsünü bulmuşlar. 4 askeri bir süngünün ucuna şiş gibi geçirdiğini anlata anlata bitirememişlerdi…
KAYNAKÇA
- Necmi ONUR, Çanakkale Savaşları ve Şehitler Abidesi, 1960.
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.