Tarih 1911-1912… Yaşanan? Trablusgarp Savaşı… Tarih, 1912-1913… Yaşanan? Birbiri ardına iki Büyük Balkan Harbi… Ve tarih 1914… Yaşanan? Kaçınılması zor, tüm Dünya’da yankı bulan bir Dünya Harbi… Ve bu Dünya harbi ‘nin Türk kalbindeki İzi… Yıllardan 1915… Mart’ın 18’İ… Yaşanan mı? Bir milletin toz toprak arasından tekrar kalkıp dirilişi..
Geriye dönüp tüm bu tarihlere bakıldığında bize anlatılanlar harplerin farklı sonuçlarım çağrıştırsa da hepsinde ortak olan bir nokta vardır, o da Türk milletinin bütün bu cephelerde birebir bulunmuş, düşmandan ziyade belki o dönemin yokluğuyla savaşmış olmasıdır. Bahsi geçen tarihler, yalnızca rakamların yan yana dizilip sıralanmasından öte o dönemlerde ve hemen sonralarında o kadar çok alana etki etmiştir ki yaşanan ekonomik sıkıntılar, sofra başlarına oturulduğunda yemeden kalkılan akşamlar, evlerinden gidip de dönmemiş nüfuslar bunlardan yalnızca birkaçıdır…
Tarihte bunca öneme sahip olmasına rağmen sanat eserlerinde geniş ölçüde bu harp tarihinden bahsedilmemesi tema olarak işlenmemesi ise oldukça şaşırtıcıdır.
Bütün Dünya’da savaş ve savaş edebiyatı, eserlerin esaslı kaynaklardan birini oluştururken bizim edebiyatımızda zengin tarihimizden yeterince faydalanmamış olmamızı, büyük şairlerimizden olan Yahya Kemal “Edebiyatımız niçin cansızdır?” adlı yazısında şu sözlerle dile getirmiş, böylelikle konuya dikkat çekmiştir.
“Büyük harpte, on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş çok güzîde ve edebiyat meraklısı bir askerimizin elinde bir gün Çanakkale destanımıza dair Fransızca, maruf bir eserimizi gördüm; yine bize dair ve yine Fransızca olmak üzere, buna benzer daha kitapları vardı. Bunu görünce kalbimde bir acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızcadan seyretmeye mahkûmuz, dedim. Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda bin bir safhalarıyla yokturlar, demek ki çok eski harplerimiz gibi bunlarda, seneler geçtikçe unutulacaklardır. Bunun bir sebebi vardır;bizim edebiyatımızda harp hatıraları belirmiş bir nevi değildir.”
Buradan da anlaşılacağı üzere harbe katılanlar, yaşadıklarını -mektuplardan öte- pek kaleme almamış; edebiyatçılar ise harp zamanından sonra harp edebiyatına pek ilgi duymamışlardır. Bu yüzden kimi kaynaklarca bu durum eleştirilirse de dönem koşullarını, o koşullarda yaşananları e kişilerin hangi ruh halinde bulunduğunu bilmediğimizi göz önüne alırsak bu konuda eleştiride, yorumda bulunmak da takdir edersiniz ki ayrı bir tartışma konusudur. Ancak genel bir bakış açısıyla adı geçen tarihlere baktığımızda edebiyat ve yazılı eser yönünden en kapsamlı çalışmalardan birinin Çanakkale üzerine yazıldığını bilmek gözden kaçırılmaması gereken önemli bir detaydır.
Milli mücadelenin temelini oluşturan milli azmin, inancın büyük ilhamı olan ve Türk milletinin adını dünya lügatına büyük bir gururla yazdıran Çanakkale Harbi; yalnızca Türk tarihinde değil dünya tarihinde de önemli sonuçlara neden olmuş, önemli bir olaydan öte ayrı bir sayfa olmuştur tarihe…
Modern Türkiye’nin oluşumunda büyük pay sahibi olduğu için ayrı öneme sahip olan bu harp, harbe katılan İngiltere, Fransa, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerin edebiyatlarında olduğu gibi Türk şiiri, romanı, tiyatrosunda yeterince olmasa da yerini almıştır. Özellikle şiir türünde verilen bu eserler hakkında ilk çalışmalar, aslında harbin geçtiği tarihlere kadar uzanmaktadır… Bir başka deyişle, daha savaş devam ederken millete ve askere destek verecek yönde bu türden propaganda faaliyetleri oluşturulmaya çalışılmıştır.
Bunun için, Çanakkale Muharebesi devam ederken; Karargâh-ı Umumî İstihbarat Şubesi Müdürlüğü, İstanbul’da bulunan ihtiyar-genç yirmi otuz kadar şair ve güzel sanatlar mensubuna 1915 yılı Haziran ayında, bir tezkere gönderir. Enver Paşa bu tezkerede; davetlilere harp sahalarım gezerek hislerini halka ve gelecek nesillere anlatmalarını teklif eder. Vücuda getirilecek eserlerde, şahıslara ve makamlara ait methiyeler değil, askerin cevherine ve milletin kabiliyetine dair hakikîşe’nî tasvirler istenmiştir. Tevfik Fikret’in sağlık durumu sebebi ile katılamadığı bu seyahate giden edebiyatçılarımız şunlardır: Ağaoğlu Ahmed, Ali Cânib (Yöntem), Orhan Seyfi (Orhon), Enis Behiç (Koryürek), Celâl Sâhir (Erozan), Hakkı Süha (Gezgin), Ömer Seyfeddin, Mehmed Emin (Yurdakul) ve İbrahim Alâeddin (Gövsa)… 11 Temmuz 1915 ‘te İstanbul’dan ayrılan heyet, Çanakkale cephesini gezdikten sonra, 23 Temmuz 1915 ‘te İstanbul’a döner. Heyet mensupları, İstanbul’a geldikten bir gün sonra, 24 Temmuz 1915 tarihli Sabah gazetesinde, orduya, “Hitâbe-i Şükran” başlıklı bir beyanname neşrederler. Bu beyannamede, Çanakkale’nin cesur müdâfilerine karşı milletin ebedî bir şükran duyduğu dile getirilir.
Aynı edebî heyetten Mehmed Emin Yurdakul ise, Çanakkale kahramanlarına hitaben “Ordunun Destanı” adlı kitabım çıkarır. Bu eser, Türk şiirinde Mustafa Kemal isminin geçtiği ilk şiirdir. Uzun bir yapıya sahip olan bu şiirde Mehmet Emin, şöyle seslenmektedir:
“Ey bugüne şâhid olan sarp hisarlar
Ey kahraman Mehmet Çavuş siperleri, Ey Mustafa Kemaller’in azîz yeri,
Ey toprağı kanlı dağlar, yanık yarlar!
Sizler burda gördüğünüz şanlı cengi Elde kılıç parladıkça unutmayın.
Bugünü de bundan üç bin yıl evvelki
Kahramanlık devri gibi unutmayın.”
Çanakkale üzerine yazılmış eserlerde dikkat çeken bir başka unsur ve bakış açısı da, Çanakkale’de verilen bu mücadelenin, daha iki yıl evvel Türk milletinin Balkanlarda yaşadığı büyük hüsranın telafisi olarak görülmesidir. Milleti ve orduya büyük kayıplar verdiren bu Balkan bozgunundan sıkça eserlerde bahsedilmiş ve ikinci bir Balkan travması yaşamaktansa ölümün tercih edilmesi genel bir yargı halini almıştır.
Hamdullah Suphi buna bir örnek olarak savaş esnasında Çanakkale’ye yaptığı seyahatte şahit olduğu olayı anlatır: Bir askerî hastanede yaralı bir yedek subay, yarasını sarmaya çalışan sıhhiye erine şöyle demektedir:
Koaksın, Balkan Muharebesi’nin lekesini ancak bu kan siler.” Manzum eserlerin yanı sıra öncelikle şiirle edebiyatımıza giren Çanakkale, “Ziya Gökalp, Enis Behiç Koryürek, Faik Ali Mehmet kif, Necmeddin Halil Onan, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Abdülhak Hamid Tarhan gibi birçok şair, tarafından şiirleştirmeye çalışılmıştır.”
Ne var ki burada ilginç iki noktaya dikkat çekmek yerinde olacaktır. Bunlardan birincisi, Çanakkale cephesinde savaştığı halde, nedendir bilinmez, ünlü şair Ahmet Haşim’in bu savaşla ilgili bilinen tek mısrasının olmamasıdır. 1915’te Çanakkale cephesine yedek subaylık vazifesiyle tayin edilen Haşim, diğer sanatkârlar, dönemin aydınları gibi bölgeye not almak, fotoğraf çekmek için değil aksine siperde birebir savaşmak için cepheye gitmiştir Yine bu konuda kimi kaynaklarda Haşim’in harp hakkında yazmaması, Haşim’in sanat anlayışındaki istikrarına bağlanmaktadır. Öyle ki Haşim’in yakın arkadaşı Nurullah Ataç, bu konuda şunları söyler:
“Ahmet Haşim, şiirini böyle herkese kabul ettirmek için modaya hiçbir tavizde bulunmadı. Eserleri beğenilen şairlere uymadı. Kendi çerçevesi içinde mütemadiyen değişen bu şair, denilebilir ki hiç değişmedi. İlk manzumeleri kimlere hitap ediyorsa, hangi tasavvurunun mahsulü ise, yeni şiirleri de yine o tasavvurlarının mahsulüdür ve yine o kâfilere (okuyuculara) hitap eder.”
Çanakkale Savaşı ve şiirdeki işlenişi konusunda dikkat çeken bir diğer ikinci noktaya gelirsek de bu, harpte hiç bulunmamasına ve katılmamasına rağmen M. Akif Ersoy’un savaşı birebir yaşamışçasına kaleminde Çanakkale’yi yaşatmasındır. Özellikle “Çanakkale Şehitleri’ne” adlı şiiri, geçmişi bugüne taşıyıp milli hissiyatın uyanmasında ve milli gururun yaşatılmasında büyük önem teşkil etmektedir. O büyük şiirin yazılışını, onu yazarken M. Akif’in içinde bulunduğu ruh halini ise Mithat Cemal Kuntay şöyle kaleme almıştır:
“Ne Mehmet Akif ne Eşref Bey o gece uyuyabildiler… Mehmet Akif daha sonra, yine beraber geçen hayat safhalarında o geceyi daima hatırladı. Çünkü o gece Mehmet Akif! Çanakkale destanım yazmadan canını almaması için Allah’a yalvardı: Bu, bir çocuk yakarışı idi. Masum, tertemiz, hiçbir fâni hissin ucuna dokunamadığı bir yalvarış…“
Eşref Bey anlatır:
“Akif âdeta cezbe hâlinde idi. Çok az konuşan bu büyük şair, şimdi, bir çağlayan hâlinde İdi. Benimle değil, âdeta kendi kendisine konuşuyordu: Milletinin büyüklüğüne, kahramanlığına, yiğitliğine inanmıştı. İnanıyordu…”
Medeniyet ve teknik, İşte bütün vasıtalarıyla Çanakkale’ye yığılmıştı: Para, vasıta, malzeme, insan, her şey boldu. Ya biz? Biz bunların sadece birisinden değil, her şeyinden mahrumduk. Neyimiz vardı? Mehmetçiğin imânı… Asım’ın nesli dediği ve babasının talebesi Köse İmam’ın oğlu olan sım, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi’nin ve daha sonra 1918-1932 Millî Mücadele devrinin destanını yaratmış olan o eşsiz, o fedakâr, o kahraman neslin bir örneği idi: Çanakkale’de, Sarıkamış’ta.Galiçya’da, Filistin’de, daha sonra İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da kahramanlık destanı yaratmış olan o bulunmaz nesil, Asım’ın nesli idi… Akif o gece, bu neslin maddî manevî terkibini, gelecek nesillere anlatmadan canını almaması için Allah’a yalvardı. Hem de nasıl yalvarış! Kalın, davudi, erkek bir sesi vardı. Kelimelerin ve harflerin hakkını vererek konuşurdu. deta, kendi nefsine karşı ant içiyor ve bu ahdi, gönülden inandığı Tanrının yüce varlığına İletiyordu:
– Yarabbi! Bana bu destanı bir aciz kulunun İfadesinin azamîsi içinde yâd edebilmenin saadet ve imkânını bahşet. Bu ulvî vazifeyi bana nasip et, sonra emanetini al. Yarabbi! Bana bu lütfu çok görme.
Ve, Akif’in duası, hıçkırıklarla kesiliyordu. Sabahı böylece bulduk. Onu teskins etmek ne mümkündü ne de aklıma böyle bir müdahale geliyordu. Sesim değil, nefesim çıkmıyordu: Şimdi sizlere bir hakikati iblâğ edeyim… Çanakkale Destanını Mehmet Akif, Hicaz yolculuğu devam ederken, daha yolda yazdı ve ancak ondan sonradır ki, tabiî hüviyetine girebildi. “Buradan da anlaşılacağı üzere Mehmet Akif, bu büyük eserini ortaya koyarken yalnızca kalemini değil, o milli inancı ve vatan aşkını da eline alarak önce kâğıda, sonra tüm Türk varlığına Çanakkale’yi anlatmıştır… Oysa gariptir ki Çanakkale’ye giden edebi heyetteki yazarlar, onun bu şiiriyle yarışacak ölçüde bir eser ortaya koyamamışlardır. Öyle ki harbin geçtiği 1915 tarihinde bu yazar ve şairlerin manzum ve mensur türde ortaya koydukları eserler dönemin aydınları tarafından yeterli görülmemiştir. Harbin ardından geçen bir yıla rağmen yine beklenen sayı ve özellikte eserin ortaya çıkmaması, 1916 tarihinde eleştirileri daha da arttırmış; 14 Ağustos 1916 tarihli Tanin Gazetesi’nin başyazısında şöyle yer bulmuştur:
“…Ordu, bir Çanakkale hey’et-i edebiyyesi teşkil etti ve birçok masraf ederek genç edebiyatçılarımızdan ve ressamlarımızdan bir kısmını Çanakkale’ye gönderdi. Çanakkale’ye giden heyet üyeleri ancak İstanbul’a döndükleri zaman bir beyanname neşrettiler… Bittabi bu kâfi değildi; bütün dünya matbuatında her gün sütunlar işgal eden Çanakkale ve kayiinin hikâyeler, şiirler, resimler ve zafer destanlarıyla tespit edilmesi lâzımdı. Maateessüf henüz elimizde hiç bir şey yok.”
Dönemin aydınlarınca çok eleştirilen bu durum yanında, kimi yazar ve şairler vardır ki yine dönemin devlet adamlarının ısrarı üzerine Çanakkale üzerine ısmarlama eserler ortaya koymuşlarıdır. Bunlardan biri Başkumandan Vekâleti ‘nin teklifini İlk kabul edenlerden biri olmakla birlikte, Çanakkale seyahatine katılmayan Yusuf Ziya Ortaç’tır. Edebiyatçı, “Akından Akına” İsimli şiir kitabını, Enver Paşa’nın İsteği doğrultusunda, kaleme alır. Kitap, 1916 yılında Talât Paşa’nın emriyle askere dağıtılmak üzere Hilâl Matbaası ‘nda 10.000 adet bastırılmıştır. Yusuf Ziya’ya, İçinde 20 kadar şiir bulunan bu kitabın telif bedeli olarak toplam 450 altın verilmiştir. Ismarlama bir eser oluşundan dolayı yüksek bir estetik seviyeye ulaşamayan bu kitabından rahatsızlık duyan şair, yıllar sonra “Bizim Yokuş” isimli hatıra kitabında şöyle diyecektir:
“… şimdi, masamın üstünde, yılların sararttığı bir Akından Akma var. Kâğıdına, mürekkebine, kartonuna imrenerek, şiirlerine iğrenerek bakıyorum.”
Bu konuda ısmarlama diyebileceğimiz bir başka şiirde Abdülhak Hamit Tarhan’a aittir. Büyük harbe, harpte gördüklerinize kayıtsız kalmayarak Çanakkale’yi anlatan şiir, şöyle kaleme alınmıştır:
Çanakkale muharebesinin zaferle sonuçlanmasından sonra Meclis-i Ayan Reisi Rıfat Bey’in başkanlığında bir heyet, padişah Sultan Reşâd’ı ziyaret eder. Heyet arasında Şâir-i A’ zam Abdülhak Hâmid de vardır. Sultan Reşâd kabul esnasında, Hâmid’den Çanakkale zaferini tebcÎIen bir şiir yazmasını İster. Şair, “İlhâm-ı Nusret” isimli şiirini işte bu istek üzerine kalema alır. Şiirin ilk dört mısrası şöyledir:
“Bildin mi bugün haddini ey düşmen-i mağrur
Ey düşmen-i hayretzede, ey düşmen-i makhûr
Gördün mü ki Türk ordusu İsterse edermiş
Alçakları bir kat daha alçalmaya mecbur”
Sultan Reşâd, o dönemde yalnızca şairden bu şiiri yazmasını beklemekle kalmamış, kendisi de bu zafere dair beş beyitten oluşan kısa bir şiir kaleme almıştır.
Cephedeki asker? Peki, onun diyecekleri olmamış mıdır? Takdir edersiniz ki Çanakkale’yi Çanakkale yapan, adını “zafer” koyan bu savaşın esas kahramanları, Mustafa Kemal önderliğinde onlardı… Bir başka deyişle, siperin ardındaki vatanın evlatlarıydılar…
Çanakkale’de kazanılan zaferin ardından edebiyatçıların yanı sıra pek çok gazete ve dergi de konu hakkında yazılar, şiirler yayımlamıştır. Bu şiirlerden biri de Arıburnu’nda şehit düşen bir askerin üzerinde bulunmuş şiirdir. Bu şehit; Arıburnu’nda 24-25 Mayıs gecesi şehit düşen, Boyabatlı Ömer oğlu Mustafa’dır. Kahraman asker, şehit olmadan kısa bir süre önce yazdığı kahramanlığı, şu mısralarıyla sonlandırıyor:
“Yorgun değilim ben, çoktur imanım
Milletin uğrunda aksın hep kanım
Şehitlik İsterim harbe hayranım
Çalışın kardaşlar günümüz bugün
Cihad, müslümana en büyük düğün
Adım Mustafa ‘dır
Yerim Boyabad
Yazdım bu destanı, oku hem anlat
Her yerde dinleyen etsin beni yâd,
Çalışın kardaşlar günümüz bu gün
Cihad, müslümana en büyük düğün”
Çanakkale’ye dair yazılı eserler, buradan yalnızca şiir ve birkaç düz yazıdan ibaret gibi görülmemelidir. Çünkü Çanakkale, şiir dışında roman ve hikâyede, tiyatroda da çok olmasa bile yerini almıştır. Öncelikle roman ve hikâyedeki yeri için şunu belirtmek gerekir ki, bu savaş 1990 yılına kadar kimi roman ve hikâyelerde arka planda tutularak yalnızca mekân olarak kullanılmıştır. Ancak 1990 yılına kadar olan zaman diliminde kimi yazarlar vardır ki birebir ya Çanakkale’de savaşmıştır, ya da yakın çevrelerinde bu harbe katılmış yakınlarının anılarından faydalanmıştır.Buna verilecek örnek isimlerin başında Halide Edip Adıvar’ı gösterebiliriz. Çünkü Halide Edip’in yazdığı Işıldak’ın Rüyası (1914) adlı öykü, Çanakkale’yi anlatan ilk öykü olması bakımından ayrı bir önem teşkil etmektedir. Bunun yanında, yazarın; başta Ateşten Gömlek olmak üzere Zeyno’nun Oğlu ve Kalp Ağrısı romanları, Çanakkale’yi milli mücadeleyle bütünleştirerek anlatır.
Halide Edip’in bu romanlarından başka; Yakup Kadri’nin çöküş dönemini anlatan romanlarında Çanakkale, çöküş içindeki dirilişi temsil eder. Yaban romanının kahramanı Ahmet Celâl, kolunu Çanakkale’de kaybetmiştir. Kiralık Konak ‘ın şair kahramanı Hakkı Celis, gönüllü olarak askere gider ve binlerce genç Türk aydını gibi Çanakkale’de kalır. Reşat Nuri’nin roman kahramanlarından birçoğu Çanakkale’ye gitmiştir. Ayrıca Reşat Nuri, bazı parçaları yayımlanmış olan Mehmetçik (1927) adlı romanında, Çanakkale’de yaralanmış, Haydarpaşa hastahanesinde tedavi edildikten sonra, ayağı sakat kaldığı için hastahane hizmetine alınmış bir Mehmetçik’in hikâyesini anlatır.
Hüseyin Rahmi’nin, Aka Gündüz’ün, Peyami Safa’nın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ve diğer bazı romancılarımızın eserlerinde İse, içinde Çanakkale Savaşı’nın da yer aldığı Birinci Dünya Savaşı yıllarının cephe gerisi, maddî sıkıntılar ve onların yol açtığı ahlâk düşkünlüğü dile getirilir. Sözgelimi, Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler adlı romanında bu konu, savaş yıllarının başka meseleleriyle birlikte başarıyla işlenmiştir. Yine Peyami Safa’nın Mahşer romanının kahramanı, Çanakkale’den dönen Nihad’dır.
Bunlardan başka ayrı bir öneme sahip diğer edebiyatçı ve eserleri ise Ömer Seyfettin ve Çanakkale’yi anlattığı hikâyeleridir. Yazarlığı dışında aynı zamanda bir asker de olan Ömer Seyfettin, Çanakkale’ye gönderilen edebiyat heyetine dâhil olarak, teması Çanakkale üzerine kurulu, dört hikâye yazmıştır. Bunlar: “Müjde, Çanakkale’den Sonra, Kaç Yerinden? , Bir Çocuk Aleko.
Yine Yedi Meşaleciler arasında hikâyeciliğiyle bilinen Kenaıi Hulusi Koray da Çanakkale Savaşı’ndaki kahramanlıklara dikkat çekerek bunları bazı hikâyelerinde anlatmıştır. Bu konuda Burmalı Apolet adlı hikâyesi içlerinde en çok bilinenidir.
Yukarıda bahsettiğimiz roman ve hikâyeler, her ne kadar Çanakkale’ye dair ayrı ayrı önem teşkil etse de Çanakkale’yi esaslı olarak anlatan romancılar 1990 yılından sonra ancak yetişebilmiştir. Romancılık alanında bu kadar geç kalınmasında takdir edersiniz ki, roman türünün Türk edebiyatına sonradan dâhil olmasının ve buna bağlı olarak geç olgunlaşmasının etkisi büyüktür.
Geçmişten bu yana tarihte ardı ardına yaşanmış birçok olayın var olması, Çanakkale harbi ve hemen ardından Kurtuluş Savaşı’nın yaşanması ve tüm bu yaşananların yanında milli duyguların bir an evvel yazıya geçirilmesi isteği gibi diğer nedenlerden dolayı da Çanakkale, Milli mücadelenin anlatıldığı eserlerde yalnızca arka fonda bulunmuştur.
Çanakkale’nin ve savaşın esaslı olarak anlatıldığı ilk roman, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun üç ciltlik (Geldiler, Gördüler, Döndüler) “Ve Çanakkale” adlı romanıyken, bu konuda ikinci ustaca yazılmış roman, Mehmet Niyazi Özdemir’in yazdığı, Çanakkale Mahşeri (1998 )’dir.
Tarihi romanlar bilindiği üzere, bir kurguyla sentezlenerek oluşturulduğundan her zaman tarihi gerçekliği yansıtamayabilir. Ancak bu iki roman (Ve Çanakkale ile Çanakkale Mahşeri); şahıs kadrosundan tutun, mekân, zaman ve olay örgüsü yönünden tarihi gerçeklikle birebir örtüşmektedir.
Çanakkale ki görüldüğü üzere aslında edebiyata yansıdıktan sonra edebiyatın hemen her türünde varlığını hissettirmiş, ama öyleyken anlatılmaya yetmemiştir. Öyle ya bir milleti yeniden kendine getiren, bir dünya tarihinin kaderini sil baştan değiştiren bir savaş bu… Satırlara, mısralara nasıl sığsın? Anlatmaktan öte o tarihi yaşatmak lazım elbette… Nitekim bu nedenle Çanakkale, diğer edebiyat türlerinde nasıl yerini belli etmişse, edebiyatın bir dalı olan tiyatroda da varlığım göstermiştir.Çok olmasa da tiyatromuzda da Çanakkale Savaşı’nın yansımaları elbette görülmüştür. Ancak ne yazık ki bunlar öyle elle tutulur eserler değildir. Mithat Cemal Kuntay’ın Yirmisekiz Kanûn-ı Evvel’i, Çanakkale Hakkında Manzum Piyes’i , Abdülhak Hamit Tarhan’ın Yadigar-ı Harb’İ(1918), Reşad adında tanınmamış yazarın Çanakkale Muharebesi(1925) adlı oyunu ve Lütfi Özdemir’in Çanakkale’si (1955) , bu tiyatro eserlerinden bazılarıdır.
Harp döneminde propagandanın ne kadar önemli olduğunu, milli duyguların ve cesaretin her zaferle veya her yenilgiyle tekrar pekiştirilmesi gerektiğini yazımızın başında değinmiştik. İşte bu propaganda amaçlı yapılan çalışmalardan biri de hiç şüphesiz halkın sesine tercüman olan dergiler olmuştur. O dergilerden birisine değinecek olursak, buna Yeni Mecmua’yı örnek gösterebiliriz. Halkın anlayacağı dilden yayın yapmayı İlke edinen dergi, bu amaçla değişik çevre ve görüşlerden isimleri yazı kadrosuna alarak Çanakkale Nüsha-ı evkaladesi (Özel Sayı) adıyla Çanakkale’ye dair yazıların toplandığı bir dergi ortaya koymak istemiştir. Dergi, 18 Mart Deniz Zaferi münasebetiyle 18 Mart tarihinde çıkarılmak istenmişse de çeşitli nedenlerle İstenilen tarihte çıkartılamamıştır. Derginin yayınlanma tarihi söylenecek olursa da muhtemelen, dergi içindeki yazıların en sonuncusu ve en son tarihlisi olan Falih Rıfkı’nın 21 Nisan 1918 tarihli olduğu göz önüne alınırsa Mayıs 1918 olmalıdır.
Derginin müdürlüğünü yapan Mehmet Talat, daha sonra çıkacak derginin önsözünde, derginin geç çıkma sebeplerini İse şöyle dile getirecektir:
“Bazıları muhtemelen meşguldüler, cevap vermek lütfiinde bulunmadılar ve bu sebeple kitabımız o kadar zengin çıkmıyor. Ayrıca İyi cins kâğıt edinmek ve dizgici bulmak zorluğuyla karşı karşıya kaldığımız için hem çok güzel olmadı hem de söz verilen vakitte yayınlanamadı. Bununla birlikte bundan sonrakilerin belirlenen vakitte, nefis ve zengin bir şekilde yayınlanabilmesi için şimdiden önlemini aldık ve bir kurul oluşturduk. Eğer bu hâtıranâme ile biraz olsun teşekkür görevimizi yerine getirmiş, milli tarihimize önemsiz bir hizmet yapmış sayılırsak doğrusu çok övüneceğim.”
Sami paşazade Sezai’den doğu ve batı müziğinde dönemin müzisyenlerinden Musa Süreyya’ya; Mithat Cemal Kuntay’dan Hüseyin Rahmi’ye kadar pek çok ismi kucaklayan bu dergi, savaşa dair anlattıklarıyla bir anlamda Çanakkale tarihi açısından ayrı bir kaynak oluşturmaktadır. Çanakkale’deki edebiyat heyetindeki isimlerden biri olan Ali Canip Yöntem’in harbe dair gözlemleri de yine bu dergi içinde yer alan önemli izlerdendir.
4-5 Temmuz 1915 gecesi, kaleme aldığı “Seddülbahir Grubunu Ziyaret” adlı yazısında Ali Canip gördüklerini şöyle aktarmıştır:
“Arabalarımıza bindik, alaca karanlıklar içinde yola düzüldük. Karşımızdaki dağın üstünde uçları hançer gibi keskin turuncu bir hilal vardı. Sonunda Boğaz’ın korkunç bir ıssızlık içinde esneyen sularını işittik.
İşte bir harabe!”
Arabadaki arkadaşım sordu:
-Burası neresi?
-Maydos(Eceabat), dedim.
-Bitmiş! Diye mırıldandı.
Sonra ikimiz de sustuk. Şimdi yalnız birer duvarları kalmış güzel evlerin felaketlerini seçtikçe kalbimizde bir şeyin burkulduğunu duyuyorduk. Sesimi çıkaracak olursam sanki yeni bir facia meydana gelecekmiş kuruntusuna saplanıyor, susuyorduna. İlerledik. Sevgili askerlerimizle karşılaşıyorduk. Kimisi bir tarafa çekilmiş Kur’an okuyor, bazısı da namaz kılıyordu. İşte şurada toprağı kazan yirmi-otuz er bizi görünce selam verdiler. Sonunda bir-iki subayın bulunduğu gözetleme yerine geldik, tanıştırıldık. Dürbüne gözümü koydum, açıklama yaptılar. Önümde şerit gibi fark ettiğim şey, düşman siperleriymiş. Arıburnu’nda olduğu gibi burada da meydanda kimseler görünmüyordu. Aman ya Rabbi! Savaşlar nasıl eğişmiş? Herkes kovuklar içinde tüfeği elinde bekliyor. Bazen tek tük kurşu atılıyor, yine bitmez tükenmez bir bekleyiş. “Karşıdan bir kaf görünse de bir kurşun sıksam” özlemi. Bundan sonraki savaşların bir günde, bir haftada, bir ayda bitmesi mümkün değil. İşte görüyorduk; bu siperler savaşta büyük bir değişim yapmış. İki düşman arasındaki mesafe belirli değil, bazen yüz metreyi geçiyor. Çoğunlukla on metreye, hatta sekiz metreye kadar birbirine yakın siperler var. Geceli gündüzlü bekleyiş, İki tarafı usandırıyor. Düşmanlık arasında dostluk uyanıyor, birbirleriyle konuşuyorlar, şeker ve sigara atıyorlar. Bazen sevgili askerierimiz İngilizlerle eğlenmek İçin bir değneğe kabalak takarak siperden gösteriyorlar. Düşman “fırsat budur” diyerek kurşun yağdırıyor. Sonra bizimki değneği de meydana çıkarınca İngilizler budalalıklarım anlıyorlar. Arkadaşım siperden makineyi çıkararak resim almak istedi. Çünkü dışarısı ölü tarlasıydı. Mümkün olmadığını söylediler:
“Değil makine, daha küçük bir şey çıkarılsa kurşun hazırdır, dediler. Sonunda veda ettik”
Bu savaşın yalnızca edebiyatçı gözüyle çizilen portresiydi. Bir de -az önce bahsettiğimiz Boyabadll Mustafa gibilerin yazdıkları var. İşte Yeni Mecmua’nın bu özel sayısında bir diğer dikkat çeken unsur, Türk askerlerinin cepheden geride kalanlara yolladıkları mektuplardaydı. İşte onlardan yine yalnızca biri olan Onbaşı Ömer ve mektubunda yolladıklarından yalnızca bir kesit:
“Bir tanecik kardeşim, oğlum Mehmet, Sen daha küçüksün aklın ermez amma Türkoğlu cenge girince arslan kesilir. Hey babam hey! Buraya geldik geleli öyle cenk ediyoruz ki yerlerden babalarımız başlarım kaldırıyor bize bakıyor. Göklerden melekler iniyor. Ne dersin Mehmet? Ben bir gece iki melek gördüm. Biri geldi, omzuma gondu. Öbürü de gözümüzün önünde uçuştu uçuştu durdu. Ama nasıl? Düşman yaylım ateş ediyordu. Kurşunlar dolu tanesi gibi yağıyordu.”
“Dualar edem” dedim, kollarımı galdıramam ki. Gelsin yaylım ateş! Ama biz şehit vermedik mi, gazilerimiz yaralı düşmedi mi? Ne söylüyon “Kıyamet gibi bir şey oldu. Yalnız bizim bölükten on iki yaralı saydılar. Dört tane şehidimiz vardı. Oh! Şimdi ağlayacağım, o arkadaşlarımdan bir danesi benim gucağıma düştü. Hasangilin Kara Ali. Bilin ya işte o arslan babayiğit birden bire yığılıverdi. Göğsünden bir gurşun yemişti.” Bana dedi ki: “bölük eminine yazdırıver arkadaş, ben ölüyorum. Memlekete yazdır da bana ağlamasınlar. Ben öldüm amma domuz düşman da kaçtı” O zaman bana demincek gelen melekleri yine gördüm… Goca Kara Ali o zaman ne de güzel gülüyordu görsen! Lâkin inşallah göreceksin. Hele bir kaç sene daha sabret. Hazırlan, silah kullanmayı öğren. Kendine çelik gibi gövde yap.
O zaman inşallah bu düşmana gelirsen benim geberttiğim kadar mel’un gebertirsin. İnanır mısın Mehmet, bu savaşta kendi elimle öldürdüğüm Moskof yirmiyi geçti be! İşte askerlik böyledir, yirmi kişi öldürürüm, bizim ilde yirmi bin kişi yaşar. Sen günahsızsın, orduya dua edersin, Allah kabul eder. Beni hatırlarsan vücudumdan kurşun geçmez. Ben şehit olmak isterim ama önce seni büyütmeliyim, ellerimle askere vermeliyim. Sonra beraber cenge gelmeliyiz. Ben de Kara Ali gibi senin dizin dibinde şehit olayım. Anladın mı oğlum? Daha fazla yazdıramayacağım. Zira gözlerimden sıcak bir şey dökülüyor. Beni soranların hepsine çok çok selamlar ederim…
Çanakkale Savaşları’yla alakalı olması yanında iki farklı çalışmaya da dikkat çekmek gerekir. Ki bunlardan biri Rauf Yekta Bey’in Çanakkale adına Milli Tekbir adındaki bestesini tanıttığı yazıyken diğeri de, Ruşen Eşreftin Çanakkale’de savaşmış üç er iki subay ve Mustafa Kemal’le yapmış olduğu alanında belki de bir ilk olan röportajıdır.
Tüm bu anlatılanlardan yola çıkarsak ve genel bir bakışla durumu değerlendirirsek, harbe dair anlatılan ne türde olursa olsun hepsinde kalem tutan eller farklı olsa da ortak bir paydanın olduğunu görmekteyiz. Bu da harbi anlatmanın, yaşananlar yanında hep bir adım daha geride kaldığıdır.
Sonuç İtibariyle Çanakkale’ye dair anlatılmak İstenenler görüldüğü üzere ne yalnızca tarihlerle ne de belli başlı isimlerle sınırlı tutulabilmektedir.. Siperdeki topundan tüfeğinden, gerideki askerine kadar, anlatılacak olduktan sonra, aslında tek başına bir isim, adının ardında sınırı konmamış yaşayan bir tarihtir ÇANAKKALE…
KAYNAKÇA
- BEYATLI Yahya Kemal: Edebiyata Dair , İstanbul Fetih Cemiyeti, 2. Baskı, İstanbul- 1984.
- AL EDDİN İbrahim: Çanakkale İzleri, Marifet Matbaası, İst. 1926.
- “Hitâbe-İ Şükran”, Sabah, Nu. 9289, II Temmuz 1331; 24 Temmuz 1915.
- YURDAKUL Mehmed E: Ordunun Destanı, Matbaa-i Ahmed ihsan ve Şürekâsı, İstanbul- 1331.
- ALBAYRAK Muzaffer (Derleyen) : Yeni Mecmua Özel Sayısı Sunuş, Yeditepe Yayınevi, l. Baskı, ,İstanbul-Mart 2006.
- GÜLENDAM Ramazan: Türk Romanında Çanakkale Savaşı, Onsekiz Mart Üniversitesi, Çanakkale.
- ATAÇ Nurullah, Miliyet, nr.25 17, 12 şubat 1933. Necid Çöllerinde Mehmet Akif, Boğaziçi Yayınları, İstanbul1992.
- “Harp Edebiyatı”, (İmzasız) Tanin, Nu. 2755, I Ağustos 1332; 14 Ağustos 1916.
- ORTAÇ, Yusuf Z: Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, İstanbul -1966.
- TARHAN Abdülhak H.llhâm-ı Nusret, Sabah, Nu. 9472,10 Kânûnisânî 1331; 23 Kânûnisânî 1916.
- Sabah, Nu. 9274, 26 Haziran 1331; 10 Temmuz 1915
Leave a Comment
You must be logged in to post a comment.